×

Kurumsal

Künye Kullanım Sözleşmesi Gizlilik Politikası Yayın İlkelerimiz Özel Üyelik

Haber Kategorileri

Tepebaşı Odunpazarı Bölgesel Ekonomi Siyaset Asayiş Eğitim Gündem Sağlık Yaşam Spor Eskişehir tanıtım İlçeler Röportajlar

Medya

Foto Galeri Web TV Canlı TV

Makaleler

Yazarlar Makaleler

Servisler

Seri İlanlar Firma Rehberi Biyografiler Nöbetçi Eczaneler Namaz Vakitleri Kripto Para borsası Faydalı linkler Puan Durumu Fikstür Anketler

Destek

Üye Ol Giriş İletişim

MERHABA


2022-10-17 11:30:00

Bir süredir ilgiyle takip ettiğim bu sitede yazma teklifine “Hayır” diyemedim. Değerli
kardeşim, dostum Soner Güncan’a hayır diyemezdim. Ayrıca, uzun süredir; şöyle rahatça,
kelimeleri saymadan, kalemi kısıtlamadan ve aklımdan geçtiği gibi yazmadığımı farkettim.
Uzun yıllar önce “Yeni Anadolu” gazetesinde yazdığım “ŞİFRE” yazılarının buruk tadı
hâlâ damağımda iken, önüme gelen böyle bir yazma serüvenine nasıl hayır derdim.
Şifre, bütün sözlüklerde; “Gizli haberleşmeye yarayan işaretler.” şeklinde açıklanıyor.
Bizim şifrelerimizin ise gizli kapaklı bir yönü olmayacak. Yasalar ve edep ölçüleri içinde kalmak
şartıyla, herkesin anlayacağı açıklıkta (belki bazen muhataplarına dokundurarak) şifrelerimizi
göndereceğiz.
1990’lı yılların başlarındaki “Şifre” yazılarını hatırlıyorum. Önceleri; elektronik daktiloyla
pelur kağıtlara yazılmaya başlanan, sonraları büyük fedakârlıklarla edindiğimiz ve o günün
şartlarında büyük gelişme olarak gördüğümüz Mac-plusta hazırlanan gazetenin ilk sayfasının sol
alt köşesindeki Şifre’ler, hâlâ arşivimde aynı canlılıklarıyla durur.
O zaman internet henüz yoktu. “Windows” görenlere parmak ısırtıyordu, üstelik daha
pc’lerde kullanımına başlanmamıştı. Renkli televizyon daha çok yeniydi. Fakat henüz renkli
rüyalarımızı kaybetmemiştik. Şimdi televizyonlarımız yüzlerce kanaldan renkli yayın yapıyor,
ama hep merak ederim; artık renkli rüyalar görenimiz kaldı mı?
Televizyonlarımız renklendi. Rüyalarımızdaki renkler gitgide kayboldu. Hatta, gitgide
bütün renklerini yitiren, sıradanlaşan, standartlaşan hayatlardan rüyaların da artık tamamen
çekildiğini düşünüyorum. Eminim, uzun zamandır rüya görmeyen çok sayıda insanımız vardır.
Sahi, siz en son ne zaman; sizi uykunuzda bile gerginliğe sokan, günlük sıkıntıların ve
takıntıların yansıması olanların dışında, eli yüzü düzgün rüyalar gördünüz?
Bu ilk Şifre’de sizlere merhaba demek istedim, sadece. Bundan böyle; ülkemizde,
kentimizde, hatta zihinlerimizde yaşadıklarımız ve yaşayamadıklarımızla, duyduğumuzda veya
gördüğümüzde yutkunduklarımızla, haykırmak isteyip de geçiştirdiklerimizle burada olacağım.
Sonu ve sonucu olmayan tartışmaları körüklemek yerine; herkesi, hepimizi
ilgilendirebilecek konular ve görüşlere yer vermek istiyorum Şifre’lerde. Belki hepimizin
bildiği, ama üzerinde tekrar tekrar düşünülmesi, değerlendirilmesi gerektiğine inandığım
konulara…
Öyleyse MERHABA...

Yediklerimiz, Yemediklerimiz
İnsanlar karşılaştıkları durumları, kavramları açıklarken sınıflandırmayı, her şeyi kendi içinde
üçe beşe altıya ayırmayı, dallandırıp budaklandırmayı, daha da karmaşık hale getirmeyi pek
severler. Hayat aslında çok basittir. Hayatı karmaşık hale getiren bizleriz. Çevremizdeki her
şeyi, her varlığı, her kavramı genelde sadece iki gruba ayırabiliriz: Yiyebildiklerimiz ve
yiyemediklerimiz…
Hayatımızı yediklerimiz şekillendirir. Yedikleri kadardır insan… Yedikleri ve yemediklerine
göre şekillenir her şey…
Kızım daha küçük bir çocukken, anlayamadığı bir kavram, bilemediği bir şey olduğunda
hemen sorardı: “Baba o yenecek bir şey mi?” O yaştaki çocuk bile, her şeyin yenecek bir şey
olup olmamasına göre değerlendirileceğini hissediyordu.
Yediğin içtiğin senin olsun, gördüklerini anlat, deriz. Niçin? Çünkü yediğin içtiğin zaten
senindir artık, yenmiş içilmiştir o…
Aynı şekilde herhangi bir şey için iş işten geçmişse; yenen yenmiş, içilen içilmiş denmez mi?
Ne varsa yediklerimizde var…
Yediklerimiz önemli dedik…
Mesela hiç ana terliği yemeden çocukluktan çıkılır mı?
Mahallede hiç dayak yemeden delikanlı olunur mu?
Birilerinden arada sırada bile olsa fırça yemeden doğrular bulunur mu?
Kazık yemeden tecrübe kazanılır mı?
Hatta yeri geldi mi sopa bile yenebilir, ama hiç yenmemesi gereken bir şey varsa o da
başkasının hakkıdır, kul hakkıdır. Sakın ha, başkasının hakkını yiyenlerden olmayın.
Yediklerimiz ve yemediklerimizdir bizi şekillendiren. Neler giydiğimizin, hangi arabaya
bindiğimizin, nasıl bir evde oturduğumuzun çok önemi yoktur. Rahmetli babam; hangi araba
olursa olsun, sonunda altından yel geçiyor ya, fark etmez derdi. Aynı şekilde en şaşaalı evin
de ömrü bir depremlik veya bir yangınlık olabilir. Bakın onlar yenmezler ve geçicidirler,
değiştirilebilir, hatta kaybedilebilirler. Ama yenebilen şeyler kalıcıdır. Yediklerimizin,
yenebilen şeylerin etkisi olumlu da olabilir olumsuz da. Ama insan üzerindeki etkileri
kalıcıdır. Mesela kul hakkı, yetim hakkı yememek gerekir, insan iflah olmaz maazallah.
Yediğimiz kazıklar o kadar kalıcıdır ki, tecrübelerimizi oluşturur.
Birini döverken; yer misin, yemez misin diyerek olayı neşeli hale getiririz.
Birini kandırırken; ya yemezse diye tereddüt ederiz.
Bize hazırlanan yemleri yersek başımız dertten kurtulmaz; “zokayı yedi” ifadesi boşuna
değildir.
Aslında çok masum ve faydalı bir meyvedir ama kimse “ayvayı yemek” istemez.
Yerken en çok zevk verenlerin içinde baş etini de unutmamak gerekir. Özellikle kadınların
bayıldığı bir yiyecektir. “Başının etini yemek” boşa söylenmemiştir.
Haram yemek, rüşvet yemek tabii ki her zaman çok kötüdür; ama para yemek, miras yemek
bazen…
Heyecanlanınca veya meraklanınca içimiz içimizi yer.
Sorgulama meraklılarını “Üzümünü ye bağını sorma” diye terbiye ederiz.
Beğendiğimiz şeyleri de yine yediklerimizle ölçmez miyiz? Yenilen şeyleri bazen o kadar
severiz ki; yemektense yanında yatmayı tercih ederiz mesela…

Bir şeyi çok beğendiğimizde “Yerim seni.” deriz. Çünkü yediklerimiz kıymetlidir, bir başka
deyişle biz yediklerimize, yenebilen şeylere kıymet veririz.
Hatırlamak istemediklerimizden bile; Ben zaten akşam yediğimi sabah unutuyorum, diyerek
kurtuluruz.
Bazen bizden önce kürkümüz yer.
“Yediğin içtiğin senin olsun, gördüğünü anlat.” deriz, sanki yediğine içtiğine ortak olma
ihtimali varmış gibi…
Sonuç olarak yediklerimiz neyse biz de oyuz…

YORUM YAPIN

Yorum yapmak için üye olmanız gerekmektedir. Üye girişi yapmak için Tıklayın